Merhaba Değerli Okuyucularım,

Gündem, her sabah kapımızın altından içeri sızan, elimizi telefona uzatır uzatmaz üzerimize çöken, bazen farkında bile olmadan hayat ritmimizi belirleyen görünmez bir dalgadır. Kimine göre sadece haber akışında beliren bir dizi başlık, kimine göre toplumun nereye aktığını gösteren bir pusuladır. Ama her ne olursa olsun, hepimizin üzerinde aynı sorumluluğu taşıyor: Biz bu akışın neresindeyiz?

Son yıllarda gündem, neredeyse nefes alma hızımıza eşdeğer bir tempo ile değişiyor.

Bir haber diğerini siliyor, bir tartışma bir diğerinin gölgesinde kayboluyor.

Dijital çağın kırılgan hafızasında hiçbir şey kalıcı değil; kalıcı olan tek şey, devamlı bir uyarılma hâli. Sanki düşünmeye bile zaman bırakmayan bir acelecilik sarmalındayız.

Her şeyi “hemen” bilmek istiyor ama hiçbir şeyi derinlemesine tartamıyoruz.

Bir süre önce okuduğum bir sosyolojik analizde, modern insanın en büyük yanılgısının “gündemi takip etmekle dünyayı anladığını sanması” olduğu yazıyordu.

Bu cümle zihnimin kıyısında takılı kaldı. Çünkü gerçekten de hayatımızın büyük bölümünü, başkalarının bizim için seçtiği başlıklara bakarak tüketiyoruz.

Bir olayın etkisi değil, verilme biçimi bize yön veriyor. Algı denen şey, artık sadece büyük güçlerin değil, gündelik hayatın doğal bir parçası haline geldi.

Bir de gündemin gölgesinde kalan konular var. Hiç manşete girmeyen, anlık tartışmaların popülerliğine erişemeyen ama hayatlarımızı derinden etkileyen meseleler.

Bir köy okulunda eksik kalan bir öğretmenin yokluğu, işsizliğin sessiz odaları, büyük şehirlerde her gün biri diğerine bakmadan yürüyen insanların içindeki yalnızlık… Bunlar gündem olmuyor; çünkü bağırmıyorlar. Ama toplumun kaderini en çok onlar belirliyor.

Gündem çoğu zaman “yüksek seslilerin” alanıdır.

Ama gerçek hikâye, sessiz kalanların arasındadır. Bugünlerde herkes hızlı tepki veriyor ama az kişi düşünmek için duruyor.

Sosyal medya, hızlı öfkenin ve kısa süreli coşkuların laboratuvarı gibi. Bir olay oluyor; herkes aynı anda konuşuyor, yorum yapıyor, hüküm veriyor.

Ertesi gün… Sessizlik. Olayın kökeni, uzun vadeli sonuçları, toplumsal izdüşümü ise çoğu zaman kimsenin gündeminde kalmıyor. Oysa toplumların ilerlemesini sağlayan şey uzun soluklu düşüncedir. Bir olayın nedenlerini, aktörlerini, görünmeyen boyutlarını analiz etmek… Bugünün gerçek gündemi budur aslında. Fakat hızlı tüketilen haberler çağında düşünce, maalesef lüks kategorisine alınmış durumda.

Gündemi takip etmek kolaydır. Zor olan, gündemi anlamak. Daha zoru ise kendi gündemini yaratabilmek.

Çünkü bu, insanın aktif özne olmasını gerektirir. Bir vatandaşın gündemi, bir gazetecinin ya da bir siyasetçinin gündeminden farklı olabilir. Ama hepimiz, aynı toplumun çarkları içinde dönüyoruz. Bu yüzden, hepimizin ortak bir sorusu olmalı:

“Bana sunulan gündemle yetinecek miyim, yoksa kendi sorularımı mı soracağım?”

Sorduğumuz sorular değiştiğinde, gündem de değişir. Toplumdaki baskın ton, daha yüksek seslilerin değil, daha çok düşünenlerin sesi olur. Her yeni gün, aslında bize bir tercih sunuyor, gündemin akıntısına kapılıp gitmek ya da akıntının kaynağını anlamaya çalışmak. Bu yazı, belki de tam da bu ikilemde duranlara bir davet niteliğinde. Daha sakin bakmaya, daha derin düşünmeye, daha az tüketmeye, daha çok anlamaya…

Gürültünün içinde kaybolabiliriz. Evet, ama bazen bir adım geri çekilmek, gürültünün ardındaki gerçek sesi duymamızı sağlar. Asıl köşe yazısını gündem değil, biz yazdıklarımızla ve toplumun bilinçli olması ile birlikte değiştiririz.

YALÇIN SEVİM